Tağut'a Askerlik [ Nisa~76.Ayet ]

Hamd ve övgü kendisinden başka ilah olmayan, hükmünde, egemenliğinde hiçbir ortağı bulunmayan, alemlerin Rabbi olan Allah’a (cc) mahsustur. Nefislerimizin şerrinden, amellerimizin kötülüğünden Allah’a (cc) sığınırız. Allah’ın (cc) doğru yola eriştirdiğini hiç kimse saptıramaz. Allah’ın (cc) saptırdığı kişi ise hiç kimse doğru yola eriştiremez. Şehadet ederim ki, Allah’tan (cc) başka hiçbir ilah yoktur. Yine şehadet ederim ki, Muhammed (sav) Allah’ın (cc) kulu ve resulüdür. Allah’ın (cc) indirdiği Kur’an-ı Kerimi esas almayarak, onun hükümlerini ve kanunlarını önemsemeyip onu devre dışı bırakıp, yerine insan ürünü olan beşeri kanunlar ile insanlara hükmeden, kanun ve yasalarını kendi görüş, düşünce ve nefsî arzuları doğrultusunda düzenleyen her sistemin ortak adı tağutî sistemlerdir. Bugün üzerinde bulunduğumuz coğrafyadaki yönetim şekli olan laiklik ve demokraside bunun bir örneğini teşkil etmektedir. Bunun yanında, laiklik ve demokrasi gibi diğer tüm beşeri sistemlerin kendilerine özgü, kendilerine has askerî orduları, kolluk kuvvetleri bulunmaktadır. Tağutların bu askerî orduları, Allah’ın (cc) kanunlarını hükümsüz bırakarak onun yerine kendilerinin uydurdukları kanunlarına, Allah’a (cc) isyan ve küfür olan anayasalarına, sistemlerine, dışarıdan gelebilecek tehdit ve saldırıları bertaraf etmek adına hazır bulundurulmaktadırlar. Tağutun askerleri, tamamen tağutların devamını ve bekasını sağlayabilmek adına hizmet etmektedirler. Tüm beşeri sistemlerin olduğu gibi, islâmın da kendine özgü, kendine has askerî ordusu vardır. İslamın askerleri ise, yalnızca Allah’ın (cc) egemenliğini, O’nun kanun ve yasalarını, şeriatini yeryüzüne hakim kılabilmek, insanlara insanların değil, yalnızca Allah’ın (cc) hükmetmesini sağlamak adına ve Allah’tan (cc) başkasına kulluk edilmemesi için diğer tüm tağutî sistemlere karşı savaşıp mücadele verirler. ‘’İman edenler Allah yolunda savaşırlar, inanmayanlar ise tâğut yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın. Şüphe yok ki şeytanın kurduğu düzen zayıftır.’’ (Nisa: 76) Müslüman kişi, Allah’ın (cc) hakimiyetini tanımayan, onu yok sayan tağutların ordusunda savaşan değil, yeryüzünden fitnenin, şirkin, küfrün ortadan kalkması, dinin, anayasanın, kanun ve nizamların yalnızca Allah’a (cc) ait olması için savaşan, bu uğurda mücadele veren İslâmın ordusunda yer alan kişidir. Müslüman bir kişinin imanı gereği yapması gereken şey, tağutları inkar ve tekfir etmek, tağutî sistemlere yardımcı ve destek olmamak, tağutların bekasını sağlamak adına kurulmuş olan, onlara eliyle, diliyle, malıyla destek ve yardımcı olan tüm kurum ve kuruluşlardan, ordu ve emniyet güçlerinden teberri etmek, onlardan ve kokuşmuş kanunlarından uzaklaşmaktır. Bu kısa açıklamadan sonra şimdi de, tağutların ordusunda askerlik yapmak, onların ordusunda asker olarak hazır bulunmak neden küfür bunu açıklamaya çalışalım inşallah. Tevfik Allah’tan (cc)… TAĞUTU İNKÂR VE TEKFİR ETMEDİKLERİ İÇİN Bir kişinin müslüman olabilmesi için kendisinden istenen ilk şart, tağutu ve tağutları inkâr ve tekfir etmesidir. Allah (cc) imanın sahihlik derecesini tağutu red ilkesine bağlamıştır. ‘’ Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde kim tağutu inkâr (tekfir) edip Allah’a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir.’’ (Bakara: 256) Müslüman olmak isteyen her kişi tağutları, onların sistem ve yasalarını inkâr etmesi ve onlara asla itaat etmemesi gerekmektedir. Aksi takdirde kişinin iman iddiası boş bir sözden öteye geçmeyecektir. Tağutun ordusunda yer alan askerleri, polisleri ve tüm kolluk kuvvetleri ise imanın ilk şartı olan tağutu red ve inkâr ilkesini gerçekleştirmemişlerdir. Allah’ın (cc) dışında bir başka kanun koyucuyu hayatlarında söz sahibi görerek, Allah’ın (cc) egemenlik hakkını aciz olan insanların ellerine vermeye kalkarak, sahte ilahların kanun ve yasalarına itaat ederek kâfir olmaktadırlar. TAĞUT’UN ORDUSUNDA ASKER OLARAK BULUNDUKLARI İÇİN Adem (as)’dan günümüze kadar gelip geçmiş tüm dönemlerde, tüm kavimlerde iki tip insan ve iki tip ordu bulunmuştur. Müslümanlar ve kâfirler, Allah (cc) yolunda savaşanlar ve tağut yolunda savaşanlar. Müslümanlar, Allah (cc) yolunda, O’nun isminin ve dininin yücelmesi, insanlara yalnızca O’nun hükmetmesi adına savaşırlar. Kâfirler ve müşrikler ise, kendileri gibi insan olan tağutların egemenliği, saltanatı adına savaşır, hakimiyetin, emretme ve nehyetme salahiyetinin tağutlarda olduğuna inanarak bunu müdafa etmek adına mücadele verirler. ‘’İman edenler Allah yolunda savaşırlar, inkâr edenler ise tâğut yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarına karşı savaşın. Şüphe yok ki şeytanın kurduğu düzen zayıftır.’’ (Nisa: 76) Bu ayette Allah (cc), iman edenlerin hangi orduda yer almasının gerektiğini, inkâr edenlerin ise hangi orduda yer almasının gerektiğini bizlere bildirmiştir. Küfür tek millet olduğu gibi islam’da tek millettir. Kişinin bu iki ordu arasında seçim yapması kaçınılmazdır. Müslüman olmak isteyen her kişi Allah’ın (cc) ordusunda yer alarak, Müslümanlar ile birlikte şirkin, küfrün, Allah’a(cc) isyan olan sistemlerin, tağutların kanun ve nizamlarının yeryüzünden kazınması, yok olması ve yalnızca Allah’ın (cc) egemenliğinin dünyaya hakim olması adına tağutlara ve tağutun askerlerine karşı savaşması gerekmektedir. ‘’Fitne (şirk) ortadan kalkıncaya ve din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın!’’ (Enfal: 39) Müslüman olan ve Müslümanların ordusunda yer alarak tağutlara ve tağtun askerlerine karşı savaşmak zorunda olan bir kişinin aynı zamanda tağutun da ordusunda yer alması imanı, inancı, Allah’a (cc) verdiği sözü ile taban tabana zıt bir durumdur. Bir kişi hem müslümanım diyerek müslüman ordusundan olduğunu söyleyip, hem de tağutun ordusunda yer alamaz, almamalıdır. Böyle bir durum katıksız münafıklığın olması gereken şeklidir. Bir kişi eğer ben müslümanım diyorsa, müşriklere, tağutun askerlerine, tağutlara öfke ve düşmanlık beslemesi imanın kendisine yüklediği, onu sorumlu tuttuğu şartlarındandır. ‘’İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: Biz sizden ve Allah’ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz. Siz bir tek Allah’a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.” (Mümtehine: 4) Müslüman olmak isteyen bir kişinin bu düşünce ve inanca sahip olması kendisine yüklenen imani bir gerekçe iken, tağutun ordusunda yer alması, onun saflarında bulunması imanın neresi ile bağdaşır? Tağutlar ve onun askerleri tarafından Allah’tan (cc) başka egemen, otorite, kanun koyucu kabul edilmeyinceye kadar onlara gösterilecek olan düşmanlığın ve öfkenin göstergesi, tağutun nizamiyesinde onlara nöbet tutarak mı gösterilir? Yemek hanesinde, çamaşır hanesinde, yazıhanesinde onlara hizmet ederek mi yoksa? Evet, tağutun kadrosu dahilinde, onun kamufilajı altında, onun nizamiyesinde, onun ordusu arasında askerleri ile birlikte yer almak kişiyi kâfir yapar. Ayrıca bu konu ile ilgili ortaya atılan bazı şüpheleri giderebilmek adına şunu da belirtmek yerinde olacaktır ki, kendilerini tevhid ehline nisbet eden, fakat tevhid akidesi ile yakından uzaktan bir alakaları olmayan kişiler şöyle bir görüş ortaya atmaktadırlar: ‘’Kişi, tağutun askeriyesinde hiçbir şirk fiili işlemediği sürece tağutun ordusunda askerlik yapabilir.’’ Deriz ki; Bu iddiayı ortaya atan kişiler önce tağutu inkâr ve tekfir etmeleri ve müslüman olmaları gerekmektedirler. Çünkü böyle bir görüş ancak tağutu tekfir etmeyen, tağutun ordusunu ve askerlerini Allah (cc) düşmanı, Peygamber (sav) düşmanı olarak görmeyen, tüm gönderilen Peygamberlerin tağutlara ve onların askerlerine karşı mücadele verip onlarla savaştığını bilmeyen kişilerden sadır olabilir. ‘’Dinde zorlama yoktur. Artık doğrulukla eğrilik birbirinden ayrılmıştır. O halde kim tâğutu inkâr (tekfir) edip Allah’a inanırsa, kopmayan sağlam kulpa yapışmıştır. Allah işitir ve bilir.’’ (Bakara: 256) ‘’Andolsun ki biz, “Allah’a kulluk edin ve Tâğut’tan sakının” diye (emretmeleri için) her ümmete bir peygamber gönderdik. Allah, onlardan bir kısmını doğru yola iletti. Onlardan bir kısmı da sapıklığı hak ettiler. Yeryüzünde gezin de görün, inkâr edenlerin sonu nasıl olmuştur!’’ (Nahl: 36) Bütün Peygamberlerin ortak çağrısı tağuttan sakının, ondan uzaklaşın olmuşken, buna rağmen bu kişiler tağutun ordusunda onun askeri olarak bulunmayı küfür olarak görmüyorlar, ancak orada bir kişinin şirk ameli işlemesi sonucunda islam dininden çıkacağını söylüyorlar. Müslümanlar Mekke’den Medine’ye hicret ettiklerinde bazı Müslümanlar Mekke’de kaldılar. Bedir savaşı zamanı gelip çattığında Mekke’de kalan Müslümanlar da tağutun ordusunda yer almışlardı. Onlar Müslümanlara savaş sırasında ne bir ok attılar, nede onlara karşı kılıç salladılar. Fakat Müslümanların attıkları oklar ve salladıkları kılıç darbeleri ile öldüler. Sahabeler ölenler hakkında ihtilaf ettiler. Bir kısmı onların, Mekkeli tağutlar tarafından zorla alıkonarak, işkence edilerek Müslümanlara karşı savaştırıldığını söyleyerek müslüman olarak öldüklerini söylerlerken diğer bir kısmı ise onların, kendi rızaları ile tağutun ordusunda yer aldıklarını ve müşrik olarak öldüklerini söylediler. Bunun üzerine Allah (cc), şu ayeti kerimeyi inzal buyurdu: ‘’Kendilerine yazık eden kimselere melekler, canlarını alırken: “Ne işte idiniz!” dediler. Bunlar: “Biz yeryüzünde çaresizdik” diye cevap verdiler. Melekler de: “Allah’ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!” dediler. İşte onların barınağı cehennemdir; orası ne kötü bir gidiş yeridir.’’ (Nisa: 97) Bu olaylardan sonra bedir savaşında ele geçirilen müşrik esirler arasında, o dönemde Mekke’de müslüman olarak bilinen, fakat tağutun ordusunda diğerleri gibi bulunan ve sağ ele geçirilen Peygamber (sav)’in amcası olan Abbas (ra)’da bulunmaktaydı. Bu olayı bir rivayeti naklederek sizlere aktaralım: İbn Kesir (rahimehullah) şöyle demiştir ; “Bedir savaşında müslümanların eline esir düşenler arasında Peygamber (sav)’in amcası Abbas (ra)’ da vardı. Bunun üzerine Resulullah (sav) amcasına : ‘Kendin için, kardeşinin oğlu Akil bin Ebi Talib için, Nevfel bin Haris için ve müttefikin Haris oğullarından biri olan Utbe bin Cahdam için fidye ver de kendini kurtar‘ dedi. Bunun üzerine Abbas (ra)vermek istemedi ve şöyle dedi : ‘Ya Rasulullah, biz senin kıblene dönerek namaz kılmadık mı ? Seninle aynı şehadeti getirmedik mi ?’ O da : Ey Abbas, sizler mücadele ettiniz, kaybettiniz, dedi. Sonra da bu ayeti okudu ‘Allah’ın yeryüzü geniş değil miydi ?” Ebû Davud der ki: Bize Muhammed İbn Davud İbn Süfyân’ın… Semûre İbn Cündeb’den rivayetine göre; Allah Rasulü (sav) şöyle buyurmuşlardır : ‘’Kim müşrikle birleşir ve onunla birlikte oturursa onun gibidir.’’ O gün Müslümanlara karşı savaşmamış olsa da, sadece tağutların ordusunda bulunan Abbas (ra): ‘Ya Rasulullah, biz senin kıblene dönerek namaz kılmadık mı ? Seninle aynı şehadeti getirmedik mi ?’ demesi üzerine Resulullah (sav): Ey Abbas, sizler mücadele ettiniz, kaybettiniz, dedi. Sonra da bu ayeti okudu ‘Allah’ın yeryüzü geniş değil miydi ?” Halbuki Abbas (ra), Müslümanlara karşı bir mücadelede bulunmamış, onlara karşı savaşmamış olmasına rağmen Allah Resulü (sav) onu, sadece tağutların ordusunda bulunduğu için diğer müşrik esirlerle aynı kefeye koymuştur. Rivayetlerden de anlaşıldığı üzere tağutun ordusunda hiçbir zorlama, ikrah’ı gerektirecek hiçbir sebep tahakkuk etmeden kişinin bulunması, diğer müşrik olan tağutun askerleri ile aynı statüde olduğu anlamına yani kâfir olduğu anlamına gelmektedir. Yukarıdaki fasit ve batıl olan, tevhid akidesi ile taban tabana zıt olan görüşü savunan kişiler, bırakın zorlama veya ikrah ile karşı karşıya kalmayı aksine, kendi istekleri ile tağutun ordusuna katılmalarının iman ile bağdaşan yanı neresidir? ‘’Kim iman ettikten sonra Allah’ı inkâr ederse, kalbi iman ile dolu olduğu halde (inkâra) zorlanan başka, fakat kim kalbini kâfirliğe açarsa, işte Allah’ın gazabı bunlaradır; onlar için büyük bir azap vardır.’’ (Nahl: 106) Bir diğer grup ise tağuta askerlik yapmayı mecbur görüyor, çayları ellerinde(!) oturdukları yerden baskı altında oldukları için tağuta askerliğe gittiklerini söylüyorlar. Burada ikrahın tahakkuk şartlarını açıklayarak konuyu daha fazla uzatmayacağım. Fakat biliyoruz ki müslüman bir kişi, tağutun askeriyesinden elinden gelen tüm çabaları sarf ederek kaçmalı, olmuyorsa bile bunun için tüm yolları arayarak denemelidir. Baskıyla, şiddetle, zulümle zorla götürülürse, gittiği andan itibaren bir yol arar, oradan kaçmak için yine tüm yolları dener bu süreç içerisinde de asla küfür olan ameli işlemez ve Allah (cc)için musibetlere ve belalara göğüs gerer: ‘’fakat kim kalbini kâfirliğe açarsa, işte Allah’ın gazabı bunlaradır.’’ Oradan kurtulmak adına hiçbir çaba sarf etmeyen kişi ise kalbini kâfirliğe açmış ve Allah’ın (cc) azabını hak etmiş kişidir. Oturduğu yerden, hiçbir çaba ve gayret sarf etmeden tağutların ordusuna baskı altındayız diyerek kuru bir laf ile katılan kişiler: ’Kendilerine yazık eden kimselere melekler, canlarını alırken: “Ne işte idiniz!” dediler. Bunlar: “Biz yeryüzünde çaresizdik” diye cevap verdiler. Melekler de: “Allah’ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!” dediler…’’ bu ayeti kerime’nin muhatabı olan kişilerdir. TAĞUTLARI DOST EDİNDİKLERİ İÇİN Tağutun ordusunda bulunan asker, polis ve kolluk kuvvetleri, tağutu inkâr ve tekfir etmemelerinin yanı sıra birde onları dost edinmektedirler. Tağutları, kâfirleri dost edinmek İslâm’ı bozan amellerden birisi olmakla birlikte aynı zamanda bu amel sahibini kâfir yapar. ‘’Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa, artık onun Allah nezdinde hiçbir değeri yoktur…’’ (Âl-i imran: 28) ‘’ Mü’minler, mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin. Yani ey mü’minler! Allah’ın dostlarını bırakıp da, düşmanlarını dost edinmeyiniz. İnsanın hem Allah’ı hem de O’nun düşmanlarını sevmesi makul bir şey değildir. Zemahşerî şöyle der: Mü’minler, aralarındaki akrabalık veya dostluk yahut dostça yaşamak ve muaşerette bulunmayı gerektirecek başka sebeplerden dolayı kâfirleri dost edinmekten men edildiler. Kim bunu yapar da kâfirleri dost edinirse, Allah’ın dininde onun hiçbir yeri yoktur.’’ (Muhammed Ali es-Sabuni, Safvetut- Tefasir) ‘’İbn Abbas der ki: Yüce Allah’ın: “Kim böyle yaparsa Allah ile dostluğu kalmaz” buyruğu; o kimse ne Allah’ın hizbindendir, ne de Allah’ın dostları arasındadır, demek­tir.’’ (İmam Kurtubî, el- Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an) ‘’Mü’minler, diğer mü’min kardeşlerini bırakıp ta düşmanları olan kâfirleri dost ve yardımcı edinmesinler. Dinleri hususunda onlarla samimi olup Müslümanların sırlarını onlara aktarmasınlar. Bunu yapanların, Allah’tan bekleyecekleri hiçbir şeyleri yoktur. Allah onlardan beridir. Onlar da Allah’tan uzaktırlar. (Ebû Cafer Muhammed bin Cerir et-Taberi, Taberî Tefsiri) ‘’Ey iman edenler! Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi (bile) veli edinmeyin. Sizden kim onları dost edinirse, işte onlar zalimlerin kendileridir.’’ (Tevbe: 23) Bu âyet-i kerimenin zahirinden anlaşıldığına göre bütün mü’minlere yönelik bir hitaptır. Ve âyeti kerimenin mü’minlerle kâfirler arasındaki velâyet (dostluk) bağını koparmak bakımından kıyamete kadar hükmü bakidir. ‘’Eğer küfrü imana tercih ediyorlarsa’’ yani, küfrü sevecek olurlarsa. İşte böylelerine itaat etmeyin ve onlara özel bir konum vermeyin. Yüce Allah’ın (cc) özellikle babaları ve kardeşleri söz konusu etmesi, bunlardan daha yakın bir akrabanın bulunmayışından dolayıdır. Yüce Allah (cc): ‘’Ey iman edenler, yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyin’’ (Maide/51) buyruğunda, diğer insanları veli edinmeyi reddettiği gibi, bu yakın akrabalar arasında da (iman bağı olmadığı takdirde) dostluk ve velilik bağını reddetmektedir. ‘’İçinizden kim onları dost edinirse, onlar zalimlerin ta kendileridir’’ İbn Abbas (ra) der ki; O da onlar gibi bir müşrik olur. Çünkü, kim şirke razı olursa o da müşriktir. (İmam Kurtubî, el- Câmiu li-Ahkâmi’l-Kur’an) ‘’Ey müminler! Babalarınızı, kardeşlerinizi, imana karşı küfrü benimseyip sevdikleri takdirde kendinize dost edinmeyiniz. Yani başkaları ve yabancılar şöyle dursun, velileriniz olan öz babalarınızı, öz kardeşlerinizi bile kâfirliği müminliğe tercih edip de sevgi duydukları takdirde, hele hele küfürden vazgeçme ümidi kalmadığı takdirde onları kendinize dost edinmeyin, sırdaş tutmayın, onları veli tanımayın, sizin üzerinizdeki velayet haklarını kabul etmeyin, ve onu kullanmalarına izin vermeyin, onların emirlerine uyup da küfre hizmet etmeyin, küfre yardımcı olmayın. Hasılı yakınlık duygusunun etkisine kendinizi kaptırıp da onları kendinize dost ve yardımcı saymayın, yakın akrabalığı, ve yakınların gözetilmesi hakkındaki ilâhî emirleri, yukarıdan beri durumları gözler önüne serilen müşriklerden berâete engel zannetmeyin. Ve sizden her kim onlara dost olur dostluğu kabul eyleyip onların velayeti altına girerse, onların isteklerine uyup onlara yardım ederse, onlara bel bağlar, onlardan uzak durmazsa, işte onlar da (yani onların dostluğuna bel bağlayan ve velayetlerine sığınanlar da) o zalimlerden başkası değillerdir.’’ (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili Tefsiri) ‘’Ey Allah’a ve Resulüne inananlar! Eğer küfrü imana, şirki İslâm’a tercih ediyorsanız babalarınızı ve kardeşlerinizi dost bilmeyin, müslümanların genel yada savaş sırlarından onları haberdar etmeyin. Sizden, onları dost edinenler, kendilerine ve milletlerine zulmetmiş, Allah’a ve Resulüne muhalefet etmiş olurlar. Cenab-ı Hak, onlarla iç içe olmayı nehyettikten sonra, bu nehyin haramı (küfür olan zalimliği) ifade ettiğini açıklamış ve: ‘’İçinizden kim onları dost edinirse, onlar zalimlerin ta kendileridir’’ buyurmuştur. İbni Abbas (ra) şöyle demiştir: O da, onlar gibi müşriktir. Çünkü onların şirklerine razı olmuştur. Küfre rıza küfür, fıska rıza fısktır. (Prof. Dr. Vehbe Zuhaylî, Tefsirü’l-Münir) “Kim böylelerini dost edinirse onlar zalimlerin ta kendileridir.” Buradaki “zalimler” “müşrikler” anlamındadır. Demek ki, kâfirliği müminliğe tercih eden aile bireyleri ve akrabalarla dostluk ilişkileri sürdürmek, imanla bağdaşmaz bir müşrikliktir. (Seyyid Kutub, Fizilal’il Kur’an) Bu açıklamalardan sonra ilave olarak şunu deriz ki; küfrü, şirki, imana tercih etmiş anne baba dâhi olsa, onları dost edinmek, onları sırdaş edinmek, velayet bağlarını onlardan kopartmamak kişiyi İslâm milletinden çıkartarak müşrik konumuna sokuyorsa, Allah’ın (cc) indirdiği ile hükmetmeyen, O’nun yasalarını, kanun ve nizamlarını beğenmeyerek O’na muhalif kanunlar icâd ederek insanlara onunla hükmeden, egemenliği Allah’ta (cc) değil de insanlarda gören bu tağutlara dostluk besleyen, velayetlerini onlara vererek onların ordusunda askerlik, polislik gibi görevler üstlenerek onlara ve yasalarına tam bağlılık ve teslimiyet gösterenlerin durumunu, içlerinde bulunduğu kâfirliği varın siz düşünün… TAĞUTLARA, ALLAH’A OLAN İSYANLARINDA YARDIM ETTİKLERİ İÇİN Tağutların Allah’a (cc) olan en büyük isyanları, Allah’ın (cc) kanunlarını ve yasalarını beğenmemeleri, emretme ve nehyetme salahiyetini kendilerinde görmeleri, egemenliği Allah’ta değil de kendileri gibi insanlarda görmeleridir. Allah’ın indirdiği Kur’an ile insanlara hükmetmeyerek, kendi keyif ve arzularınca kanunlar çıkartıp bunlarla Allah’ın kullarını yönetmeleri, Allah’a karşı göstermiş oldukları en büyük isyanın örneğidir. Bu tağutlar, Allah’a (cc) isyan olan bu anayasalarını korumak adına, dışarıdan gelebilecek tehlike ve tehditlere karşı oluşturdukları askeri birlikleri ile Allah’a isyan olan nizamlarını sürdürebilmeyi hedeflemektedirler. Ayrıca İslâm şeriatinin gelmesi de tağutlar adına büyük bir tehdit ve tehlikedir. Nasıl olmasın ki, artık insanlara kendileri değil, her şeyin tek yaratıcısı olan Allah (cc) hükmedecek! Laik ve demokrat tağutlar da diğer ideolojilere mensup olan tağutlar gibi İslam şeriatine, Allah’ın hükümlerine karşı olan sistemlerdir. T.c’nin anayasası birazcık incelendiğinde, tağutların İslam’a, Allah’ın kanun ve nizamlarına ne kadar karşı oldukları görülecektir. Kanun Numarası: 2709: Türk Vatanı ve Milletinin ebedi varlığını ve Yüce Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü belirleyen bu anayasa, Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve onun inkılap ve ilkeleri doğrultusundadır… …laiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının, devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı… Madde 11 : Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz. Madde 24: Kimse, devletin sosyal, ekonomik, siyasi veya hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandıramaz Bunlar sadece bir kanun numarasından verilen birkaç örnek. Bu bakımdan Bugün üzerinde bulunduğumuz coğrafyada, kendilerini Müslüman gibi göstermeye çalışan tağutlar da, İslam’ın sesinin yükseldiği an, kendi askeri ordusu ile bunun önüne geçecek ve İslam’a karşı büyük bir savaş verecektir. Bunu bağlı oldukları anayasalarının gereği olarak yapmak zorundadırlar. Bu bakımdan tağuti düzenlerin askerleri İslâm’ın sesinin yükseldiği an müslümanlara karşı savaşmaktan asla geri durmayacak olan bir ordudur. Evet, tağutların ordusundaki askerlerin varlığının tek nedeni bu. Küfür olan bir sistemi korumak, Allah’ın şeriatine karşı çıkan bir sistemin devamını sağlamak. Dolayısı ile tağutun ordusunda bulunup da, bu ordunun lehine yapılan her eylem veya söylem, tağutların Allah’a olan isyanlarında onlara yapılan yardım niteliğindedir. Kaldı ki asker olmazsa ordu diye bir şeyden söz etmek mümkün bile olamaz. Tağutun ordusundaki askerlerin mevcudiyeti ile tağutlar ayakta durarak Allah’a ait olan ilahlık makamına göz dikmektedirler. ‘’Kim iyi bir işe aracılık ederse onun da o işten bir nasibi olur. Kim kötü bir işe aracılık ederse onun da ondan bir payı olur. Allah her şeyin karşılığını vericidir.’’ (Nisa: 85) Bu ayetten anlaşıldığı gibi iyi ve hayırlı bir işe aracılık eden, buna yardımcı olan her kişiye bu iyilikten bir ecir bir pay vardır. Kötü bir işe, günaha, fıska, küfre yardım eden kişiye de yardımcı olduğu, aracılık ettiği o işten bir pay vardır. İyi işe aracılık edende kötü işe aracılık edende bu işi yapan hükmündedir. ‘’Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanları dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostudurlar. İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez.’’ (Maide: 51) Âyet-i kerimede: ‘’İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır.’’ buyrulmaktadır. Yani kim, mü’minleri bırakır da Yahudileri ve Hıristiyanları (Kâfirleri) dost edinecek olursa o da onlardan biri olur. Zira kim onları dost edinir, mü’minlere karşı onlara yardım ederse o da onların dininden, onların mezheplerine girenlerden olur. Çünkü bir kimsenin başka birini dost edinmesi, ancak dost edindiği kimsenin dinin ve ahvalini beğenmesiyle ve dost edindiği kimsenin karşı olduğu kimselere düşmanlık yapması, kızması ve nefret etmesiyle olur. Bu da o kişinin, dost edindiklerinden bir fert olduğunu ortaya koyar. (Ebû Cafer Muhammed bin Cerir et-Taberi, Taberî Tefsiri) ‘’Zulmedenlere meyletmeyin; sonra size ateş dokunur. Sizin Allah´tan başka dostlarınız yoktur. Sonra (O´ndan da) yardım göremezsiniz!’’ (Hud: 113) Bu ayetin tefsirinde Muhammed Ali es-Sabunî şöyle der: Zâlim idarecilere ve onların dışındaki diğer fasıklara yakınlık göstermeyin. Sonra sizi cehennem ateşi yakar. Beyzâvî şöyle der: Rükün, az eğilmektir. Yani onlara doğru az bir şekilde dahi olsa yakınlık göstermeyin. Sonra yakınlık göstermeniz sebe­biyle sizi ateş yakar. Kendisinde zulüm denecek kadar bir şey bulunan kim­seye, birazcık eğilim göstermek böyle olursa, zulüm ile damgalanmış zâlimlere eğilim göstermek ve onlara tamamen yaklaşmak hususunda ne dersin? Sizi, Allah’ın azabından koru­yacak kimseniz yoktur. Sonra bu belaya karşı size yardım edecek kimse de bulamazsınız. Kurtubî şöyle der: Bu ayet, kâfirlerden ve isyankârlardan uzak durmak gerektiğine delâlet eder. Çünkü onlarla beraber olmak, onlar gibi kâfir ve isyankâr olmaktır. Zira onlarla beraber olmak, onlara sevgiden ileri gelir. İbn-i Abbas (r.a) ayetteki “la terkenu” lafzını “meyletmeyin” olarak açıklamıştır. Vehbe Zuhaylî şöyle der: Bu ayet-i kerime zalimlere meyletmenin akıbetini açıklıkla beyan etmiştir. Bu da zalimlerle iç içe olmaları, onlarla dostluk kurmaları ve onların içinde bulundukları duruma razı olmaları ve işlerine muvafakat göstermeleridir. İmam Sevri şöyle dedi: “Kim onlara bir mürekkep veya bir kâğıt verir veya bir kalem açarsa onlara meyletmiş ve bu ayetin hükmüne muhatap olmuş olur.” (Mecmuatit Tevhid, Evsuk Uri’l İman Risalesi) Şeyh Abdullatif Abdurrahman: “Eğer seni sağlam tutmamış olsaydık, neredeyse onlara azıcık meyledecektin.” (İsra: 74) ayetini açıklarken şöyle dedi: “Bu ayeti tefsir eden müfessirlerin sözlerine dikkatle bak! Bu ayet, şirk işlemeleri için şirk koşanlara bir mürekkep vermeyi veya bir kalem ucu açmayı dahi onları desteklemek olarak nitelendirmiştir.” (Ed-Durerus seniye cihad bölüm s: 161) Şeyh Abdurrahman b. Eşşeyh şöyle demiştir: “Bir kelimeyle olsa bile bir müslümanın öldürülmesine yardım eden kimsenin ahiret gününde büyük azab göreceğini bildiren hadisler vardır. Hal böyleyken acaba müslümanlara ve İslam’a karşı savaşma konusunda yardım edenin akibeti nasıl olur?” (Ed’durerus Seniye s: 126 cihad bölümü) İmam İbni Teymiyye’ye zalimlere veya Allah (c.c)’ın düşmanlarına yardım eden kimseler hakkında soruldu. Buna şöyle cevap verdi: “Zalimlere yardım eden, zalim hükmünü alır. Allah (c.c)’ın düşmanlarına yardım eden, bu kimselerin hükmünü alır.İmam Ebu Hanife, Malik, Ahmed ve Şafii’ye göre; herhangi bir konuda bir kimseye yardım eden, o ameli işleyen hükmündedir.” (Mecmu’ul Fetava c: 3 s. 11) Bu ve bunlar gibi daha bir çok beyyinelerden sonra, bugün Allah’ın şeriatine, dinine, Allah’ın kanun ve nizamlarına karşı çıkarak düşmanlık eden tağutların ordusunda, onların Allah’a olan bu isyanlarını sürdürebilmeleri adına işlerini görüp bu amaçlarına yardımcı olarak muhasebesinde yazı işlerini yürütmek, yemekhanesinde Allah’ın düşmanlarının bu uğurda karnını doyurmak için patates soğan soymak, bulaşıklarını yıkamak, çamaşırhanesinde çamaşır yıkamak, mıntıkasında yerleri süpürmek gibi yapılan bu işler, tağutların İslam’a ve Allah’ın dinine karşı olan düşmanlıklarında onları desteklemek, onlara bu mücadelelerinde yardımcı olmak, bu uğurda ilerleyebilmeleri için onların işlerini görerek onlara meyletmekten de öte bir durum değil mi? KÜFÜR ORTAMINDA BULUNDUKLARI İÇİN Bu başlıkta anlatacağımız konu, genel anlamda da değerlendirilebilir. Yani herhangi bir yerde, kişinin bulunduğu herhangi bir ortamda, eğer ki Allah’ın (cc) ayetleri ile alay ediliyorsa, inkâr ediliyorsa, Allah ve Resulü hakkında ileri geri konuşuluyorsa, bu yapılanlar eylem veya söylem ile tezahür ediliyorsa, bir kişinin orada bunlara rağmen bulunması, buna müdahale etmemesi, o kişiyi eğer Müslüman ise kâfir yapar. Eğer değilse küfrüne küfür eklemesine sebep olur. Fakat konumuz tağutun ordusu olduğundan dolayı şimdi bundan bahsedeceğiz. Küfür olan ve Allah’a (cc) isyan amaçlı kurulan tağutun askeriyeleri içerisinde, Allah’a isyan, O’nun dini ile alay etme, ayetlerini inkâr etme niteliğinde birçok söz ve fiilin işlediği malumdur. Örneğin, bir putun önünde saygı duruşunda durmaları, komutanlarının huzurunda verdiği hazır ol komutunu, ölümün ve komutun bozması haricinde bozulmayacağı şartı ile saygı ile tazim edilerek kıyamda durulması, konuşmalarında, verilen derslerinde vatanlarının, devletlerinin, sistemlerinin övülmesi, her gün eğitimlerinde tağutları öven marşların söylenmesi, kişinin bir üst mertebesine ne olursa olsun saygı ve tazim ile boyun eğerek itaat etmesi gibi günün yirmi dört saat içerisinde yaşanılan, söylenilen küfür amellerini ve sözlerini örnek olarak çoğaltmamız mümkündür. Kişinin bu olanlara rağmen buna müdahale etmemesi, müdahale edememesinin yanında üstüne üstelik orayı terk ederek oradan uzaklaşmaması o kişiyi kâfir yapar. Kaldı ki tağutun ordusunda askerlik yapan, asker veya polisin, küfür olan eylem veya söylemlere müdahale etmesi veya orayı terk ederek oradan uzaklaşması mümkün olmayan hatta onların kanunlarına göre yasak olan bir durumdur. ‘’O (Allah), kitap’ta size şöyle indirmiştir ki: Allah’ın ayetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze geçinceye kadar kâfirlerle beraber oturmayın; yoksa siz de onlar gibi olursunuz. Elbette Allah, münafıkları ve kâfirleri cehennemde bir araya getirecektir.’’ (Nisa: 140) Taberi şu rivayeti aktarır: Hişam b. Urve diyor ki: Ömer b. Abdulaziz, içki masasında bulunan bir kısım insanları yakalayıp onlara içki içme cezası verdi. İçlerinden biride oruçluydu. (oruçlu olup içki içmeyene de içenin cezasını uyguladı.) Onlar: ‘’bu adam oruçlu’’ dediler. Bunun üzerine Ömer: ‘’Başka bir söze geçinceye kadar onlarla oturmayın. Aksi halde sizde onlar gibi olursunuz.’’ ayetini okudu. Kurtubi şöyle der: İşte bu buyruk da, münkeri açığa vurdukları takdirde masiyet işleyenlerden uzak durma­nın vücubuna delalet vardır. Çünkü, onlardan uzak durmayan bir kimse, on­ların fiillerine razı olmuş olur. Küfre rıza ise küfürdür. Nitekim yüce Allah’ta: “Çünkü o zaman siz de onlar gibi olursunuz” diye buyurmaktadır. İbn Kesir şöyle der: Allah’ın ayetlerinin küfredilip alaya alındığı, noksan görüldüğü bir yerde onlarla birlikte oturmaya razı olduğunuzda ve bu konuda onlara ses çıkarmadığınızda, onların içinde bulunduğu duruma onlarla birlikte siz de ortak olmuşsunuz demektir. Bunun içindir ki Allah Teâlâ : «Yoksa siz de onlar gibi olursunuz.» buyurmuştur. Nitekim bir hadiste de şöyle duyurulur : ’’ Kim Allah’a ve ahiret gününe inanmışsa içkinin dolaştırıldığı bir sofraya oturmasın.’’ Elmalılı Hamdi Yazır şöyle der: Bu takdirde, yani Allah’ın ayetleriyle küfür ve alay edilirken yanlarında oturduğunuz takdirde siz onların, o kâfir alaycıların aynısınız. O zaman siz de onlar gibi kâfir olursunuz. Bu ayetin zahirine bakarak Allah’ın ayetleri ile alay etmek küfür olduğu gibi, o esnada yalnız onların yanında oturmak da küfür olacağı anlaşılıyor. Bununla beraber Akaid alimleri bunu rıza (hoş görme) ile kayıtlandırmışlar ki, buna karine de nüzul sebebinin münafıklar hakkında olmasıdır. Fakat rıza itirazı terk etmek demek olduğuna göre açık veya gizli itiraz edilmedikçe kişi küfürden kurtulmuş olamaz. Kalkıp gitmek de bir itiraz demektir. Meğer ki “Kalbi iman ile dopdolu olduğu halde küfre zorlanan kimse hariç” (Nahl, 16/106) olsun. Oturur onlar gibi olursa ne mi olur? Şüphesiz ki Allah münafıklarla kâfirlerin hepsini cehennemde toplayacaktır. Dünyada Allah’ın ayetleriyle alay etmek için toplandıkları gibi, ahirette de cehennem azabında öylece toplanırlar. Mevdudi şöyle der: Bu emir müminlere, eğer kâfirleri Allah’ın ayetlerini alaya aldıkları sırada dinlerlerse, bu küfürde onların da pay sahibi olacaklarını bildirmektedir. Bu durumda onlarla kâfirler arasında hiçbir fark kalmayacaktır. Bu konudaki ayet-i kerime gayet açık ve nettir. Aynı zamanda bu, ehli sünnet arasında icma edilen ve hakkında ihtilaf olmayan bir meseledir. Bu bakımdan konumuzun hasıl olması hasebi ile bu kadar nakli yeterli görüyoruz. Tağutun ordusunda bulunan askeri ve polisi, aynı zamanda bu yönü ile de küfre girerek kâ fir olmaktadırlar. Birde bu askerlerin yemin törenleri vardır. barışta ve savaşta, karada, denizde ve havada, her zaman ve her yerde; milletime ve cumhuriyetime doğruluk ve muhabbetle hizmet, kanunlara ve nizamlara ve amirlerime itaat edeceğime ve askerliğin şanını canımdan aziz bilip, gerektiğinde cumhuriyet, vazife, vatanin ve milletin bölünmez bütünlüğünü uğrunda seve seve canımı feda edeceğime namusum üzerine and içerim. Bu, tağutun ordusunda yer alan askerlerin ettikleri yemin. Görüldüğü üzere küfür olan, Allah’ın (cc) dinine isyan olan sözlerin yemini edilmektedir. Allah’ın şeriatine düşman olan, Allah’ın egemenliğini tanımayan, Allah’ın kanunlarını tanımayarak onların yerine kendi uydurdukları kanunlar ile insanlara hükmeden tağutlara ve onların kanunlarına sahip çıkacaklarına ve gerekirse bu uğurda canlarını bile feda edeceklerine dair yemin ederek küfür sözleri telaffuz etmektedirler. Küfür sözünü şaka ile veya ciddi olarak söyleyen kişinin kâfir olacağı hakkında ehli sünnet arasında icma vardır. Eğer onlara (niçin alay ettiklerini) sorarsan, elbette biz sadece lafa dalmış şakalaşıyorduk, derler. De ki: Allah ile, O’nun ayetleriyle ve O’nun peygamberi ile mi alay ediyordunuz? (Boşuna) özür dilemeyin, çünkü siz iman ettikten sonra tekrar kâfir oldunuz. Sizden (tevbe eden) bir gurubu bağışlasak bile, bir guruba da suçlu olduklarından dolayı azap edeceğiz. İbn Kesir şöyle der: Abdullah ibn Vehb der ki: Bana Hişâm İbn Sa’d’m… Abdullah îbn Ömer’den rivayetine göre; o, şöyle demiştir: Tebük gazvesinde birisi bir mecliste: Bizim şu kurramız (kuran okuyanlarımız)kadar midelerine düşkün, dilleri yalancı ve düşmanla karşılaşma esnasında korkak kimseyi hiç görmedim, demişti. Birisi mescidde : Yalan söyledin, fakat sen münafıksın. Mutlaka Allah Resulü’ (s.a.v) ne haber vereceğim, dedi. Bu, Allah Resulü’ (s.a.v) ne ulaştı ve Kur’an (ayet) nazil oldu. Abdullah İbn Ömer der ki: Ben onu gördüm. Allah Resulü (s.a.) nün devesinin palanına (üzengisine) asılmış ve taşlar ayağını yaralıyorken: Ey Allah’ın elçisi, biz sadece eğleniyorduk, diyor ve Allah Resulü’ (s.a.v) de : «Allah ile O’nun ayetleri ve peygamberiyle mi alay ediyordunuz? Mazeret beyan etmeyin, gerçekten siz inanmanızdan sonra küfrettiniz.» buyuruyordu. Kurtubi şöyle der: Kadı Ebu Bekr b. el-Arabi der ki: Onların bu söyledikleri sözler ciddi de olabilirdi, şaka da olabilirdi. Ancak ne olursa olsun bu sözler küfürdür. Çünkü küfür sözleri şaka yollu söylemenin de küfür olduğu hususunda ümmet arasında görüş ayrılığı yoktur. Vehbe Zuhaylî şöyle der: Küfür, sadece kalple ilgili değildir. Aynı zamanda küfür ifade eden söz ve işleri de içine alır. İbn. Hacer el-Heytemi şöyle der: Kim küfür kelimesi telaffuz ederse kâfir olur. Küfür olduğuna itikat etmese bile. Ve cehaleti ile de mazur olmaz. Yine ona gülen veya onu hoş karşılayan veya ondan razı olan da kâfir olur. (El-İlam bi kavadii’l-islam: s.40) Polislerin ettikleri yemin de yine aynı kavildendir. Ayet ve nakillerden de anlaşıldığı üzere, küfür sözü şaka olsun ciddi olsun söylendiğinde, kişi küfre girerek kâfir olmaktadır. Kişi bu yemini ben etmiyorum, onlar ederken ben susuyorum dese de bu sefer yukarıda ki açıkladığımız hükme tabi olur yani küfür sözünü işitmesine rağmen müdahale etmediği ve orayı terk etmediği için kâfir olur. Görüldüğü gibi, en başından beri açıkladığımız üzere tağutun ordusunda asker ve polis olan bir kişi, burada yazanlar ve daha yazmadığımız nedenlerden ötürü kâfir hükmünü almaktadırlar. Biz inşallah maksadımızın hasıl olduğuna inandığımız için bu kadarını yeterli bulduk. Bu yazımızı okuyan okuyucularımızın aklılarına şöyle bir soru gelebilir: madem iş böyle ise o halde devlet kurumlarında çalışmak kişiyi kafir yapar. Deriz ki: tağutun ordusunda asker veya polis olarak bulunmak asli bir küfürdür. Yani kişi, ben görevim bitene kadar ordunun içerisinde değil de bir kaldırım taşı üzerinde oturmaktan başka bir şey yapmayacağım dese de, karakol veya askeriye nizamiyesinden asker veya polis olarak içeri girdiği an kâfir olmaktadır. Bunun asli küfür olmasının nedeni, karakolların ve askeriyelerin kurulmasının asıl nedeni, tağutların, Allah’ın hüküm verme, yönetme vasfını kendilerinde görerek oluşturdukları anayasalarını ve kanunlarını korumak, devamını sağlamak içindir ve kendi anayasa ve sistemlerine muhalif olan diğer inançlara olduğu gibi İslam’a, Allah’ın dinine karşı da gerekirse savaşmak içindir. İşte bu amaç için yani Allah’a isyan adına kurulan herhangi bir kurumda çalışmak asli küfür olduğundan kişiyi kâfir yapar. Fakat asli küfür olmayan örneğin devlete bağlı bir hastahane. Bu hastanenin kuruluş amacı, var olma nedeni malumdur ki, tıp adına, sağlık adınadır. Dolayısı ile kişi herhangi bir küfür içerikli sözleşme yapmadığı, bulunduğu yerde şirk ve küfür işlemediği sürece orada çalışmasında bir beis yoktur. ‘’(Hem hatırlayın ki bir zaman) sizi Firavun ailesinden de kurtardık, (onlar) size azabın en kötüsünü reva görüyor, oğullarınızı boğazlıyor, kadınlarınızı sağ bırakıyorlardı. Ve bunda size Rabbiniz tarafından büyük bir imtihan vardı.’’ (Bakara: 49) ” Firavun da dedi ki: “Onların oğullarını öldüreceğiz, kızlarını sağ bırakacağız ve onlar üzerinde kahredici bir üstünlüğe sahibiz.” (Araf: 127) Firavun zalim, zorba bir dikdatördü. İnsanları köle gibi kullanıyor, onlara zulmediyor, onları hakir görüyordu. Kanun ve yasalarına zorla boyun eğdiriyor, kendisine insanları itaat ettiriyordu. Firavun ordusunda bulunan askerlerde bu şekilde ona mecburen kölelik eden insanlardı. Nasıl olmasın ki, insanları ölümle tehdit eden ve onlara her istediğini zorla yaptıran bir tağuttu. Fakat firavunun zorbalığı ve zulmü sonucunda onun ordusunda bulunan askerler mazeretli görülmemiş ve firavun ile birlikte askerleri de helak olmuşlardı. ‘’Firavun ailesinin ve onlardan öncekilerin gidiş tarzı gibi. Onlar, Rablerinin ayetlerini yalanladılar; biz de günahları dolayısıyla onları helak ettik. Firavun ve ordusunu suda boğduk. Onların tümü zulmeden kimselerdi.’’ (Enam: 54) Ordusunda bulunan askerler mutazaf, köle diye ayrılmamış ve ona hizmet eden, onun kamufilajını giyen herkes firavun gibi helak olmuştur. Bu Sünnetullah böyle süregelmiş ve böylede devam edecektir. Çünkü Allah’ın dininde bir değişme söz konusu olamaz. Bu bakımdan kişi iyi düşünmeli, bu dünya hayatına aldanıp da, ebedi hayatını mahvetmemelidir. Tağutu red eden bir kişi onun ordusundan, askeriyesinden de teberri etmelidir. Bu Müslüman olmak isteyen her kişi için böyledir. Bu bakımdan bu konuyu batıl teviller ile yorumlamaya da gerek yoktur. Eğer ben iman ettim dediyse bir kişi, artık asla Allah’ın düşmanları ile alakaları olmamalıdır. Bu dinin esaslarındandır. Bugünde firavunun ordusunda bulunmamalı ve Allah’a isyan olan her amelden kaçınılmalıdır
Ashab-ı Tevhid Facebook Kullanıcısı Tarafından Kullanılmaktadır. Misyonumuz; yer yüzündeki tüm insanların kullara kulluk etmelerini engelleyerek, yalnız Allah'a (cc) kul olmalarını sağlamaktır.
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol